ALIŞVERİŞTE ALDANMAMANIN ÇARESİ
Bir dost, Peygambere “ Ben alışverişte daima aldanıyorum, bir şey satan, yahut alan kişinin hilesi sanki sihir, gelip benim yolumu kesiyor” dedi. Peygamber dedi ki. “Alışverişte aldanmaktan korkuyorsan alacağın şeyi üç gün muhayyer olarak al. Çünkü şüphe yok yavaş iş Rahmandandır. Acele edişinse melun Şeytandan.”
Önüne bir lokma atsan köpek bile köpekliğiyle önce koklar, biz aklımızla koklarız. Hele bir bak, demek ki biz de her şeyi inceleyen aklımızla kokluyoruz. Tanrı bile bu yerlerle gökleri yavaşlıkla ve tam altı günde yarattı. Yoksa “ Kün” der demez yerler de olurdu, göklerde; Tanrı, buna kaadirdi.
Hatta bir emreder etmez yüzlerce yer ve gök yaratabilirdi. Tanrı bütün kudretiyle beraber insanı yavaş, yavaş ve tam kırk yılda kemal sahibi eder. Bir anda yokluktan elli kişiyi uçurup bu aleme getirmeye kaadirdi. ama. İsa, bir dua ile hemencecik ölüyü diriltir de.
İsa’yı yaratan, insanları bir anda yaratmaya kaadir değil midir? İsa’ya nazaran kudreti, kat, kat üstün mü değil? Dilediğin şeyi yavaş, yavaş fakat sağlam bir halde yapman lazım. İşte bu yavaşlık, sana bunu öğretmek içindir. Daima akıp duran küçük bir dere ne pislenir, ne kokar.
Bu yavaşlıkla insan, ikbale, devlete erişir. Yavaşlık yumurtadadır, devlet de kuşlara benzer. A inatçı adam, kuş hiç yumurtaya benzer mi? Ama yumurtadan çıkar ya! Sen de davran da cüzülerin, yumurtalarından kuşlar çıkarsın. Yılan yumurtası da serçe kuşu yumurtasına benzer, fakat aralarında ne kadar fark var!
Armut da elmaya benzer, benzer ama aralarında ki farkları bil ey yüce kişi! Yapraklar da bakılınca bir renktedir. Fakat meyveleri çeşit, çeşittir. Yapraklara benzeyen bedenler de birbirine benzer, benzer ama herkes bir iş için yaratılmıştır. Halk yolda her bir tarzda yürür durur; fakat birisi zevk içinde, öbürü dertli, kederli! İşte tıpkı bunun gibi ölürken de aynı çeşit ölürüz ama yarımız ziyan içindedir.
Bilal; zayıflıktan hilale dönmüş, yüzüne ölüm rengi çökmüştü. Karısı görüp “ Ah bu, ne elem, bu ne keder” dedi. Bilal “ Hayır, hayır bu ne zevk ve neşe! Şimdiye kadar hayattan, elem duymaktaydım, ölüm nasıl bir zevktir, nedir, nedir? Sen bunu ne bileceksin?”
Demekte, bu sözleri söylerken de yüzünden nerkisler, güller, laleler açılmaktaydı! Yüzünün parlaklığıyla nurlu gözleri, sözünün doğruluğuna şahadet ediyordu. Her gönlü kara adam onun yüzünü simsiyah görürdü ama o insanların gözbebeğiydi, neden gözbebeği de siyah?
Yüzü kara olanlar, hakikati görmeyenlerdir. İnsanların gözbebeği olan adam ise ayın aynasıdır. Zaten dünyada can gözüne sahip olanlardan başka, senin gözbebeğini kim görebilir ki? Onu gözbebeği haline gelenlerden başka kim, onun renginin görüp anlar? İnsanların gözbebeği olan kişiden başka herkes, mertebesi yüce insanın sıfatlarını taklit eder. Hakikati bilmez.
Karısı “ Ah ayrılık, ah ayrılık” deyince Bilal “ Hayır, hayır vuslat, vuslat!” dedi. Karısı “ Bu gece gurbete gidiyorsun, soyunun sopunun gözlerinden kaybolacaksın” dedi. Bilal dedi ki. “ Hayır, hayır bu gece ruhum, gurbet elinden vatanına ulaşacak!” karısı “ Gayrı senin yüzünü nerede göreceğiz biz?” dedi.
Bilal dedi ki. “ Tanrı haslarının halkasında ! başını kaldırır da aşağıya değil yukarıya bakarsan Tanrı haslarının halkasını görürsün. Yüzük taşının yüzüğe nur saçtığı gibi Alemlerin rabbi de o halkayı nurlandırıp durmaktadır!” karısı “ Yazıklar olsun, bu ev yıkıldı artık” dedi. Bilal dedi ki: “ Buluta bakma aya bak” akrabam kalabalık, ev de küçük. Tanrı daha mamur bir hale getirmek için yıktı!
Ben evvelce sıkıntılar içinde hapis olmuş adama benzerdim, şimdi ruhumun nesli doğuyu da kapladı, batıyı da. Bu kuyuya benzeyen evde bir yoksuldum, şimdi padişah oldum, padişaha bir köşk, bir saray lazım! padişahlar, köşklerde saraylarda otururlar, ölüye yurt olarak bir mezar kafi.
Peygamberlere bu dünya dar geldi de padişahlar gibi Lamekan alemine gittiler. Kalbi ölmüş kişilereyse bu dünya nurlu göründü, görünüşü büyük, geniş fakat hakikatte dar! Dar olmasaydı bu feryat neden? Baksana daha evvel doğup bu aleme gelenlerin hepsi iki büklüm oldu!
İnsan uyku zamanında bak nasıl azat olmakta ruh, o varlığı, ulaştığı mekandan nasıl neşelenmekte. Zalim, zulüm tabiatından kurtuluyor. Zindandaki mahpus hapse düştüğünü, hapiste bulunduğunu unutuyor. Pek geniş olan bu yer, bu gök devenin çökeceği zaman pek daralmakta. Bu dünyanın genişliği bir göz bağı, oysaki pek dar. Gülmesi ağlamaktan ibaret, övünmesi ardan, ayıptan başka bir şey değil.
Hamam kızıştı, ısındı mı daralırsın, için sıkılır, oysaki hamam geniştir, uzundur. O hararetten sana dar gelir, ruhun sıkılır, usanırsın. Dışarı çıkmadıkça gönlün açılmaz peki, mekanın genişmiş ne fayda? Yahut da mesela dar bir ayakkabı giyersin de geniş bir ovada yürürsün. Fakat o geniş ova, sana öyle daralır ki. O ova o sahra sana adeta zindan kesilir. Seni uzaktan gören ovada bir lale gibi açılmış der.
Bilmez ki sen, zalimler gibi görünüşte gül, bahçesindesin, fakat ruhun feryat edip duruyor! Uyuman o dar ayakkabıyı çıkarmana benzer. Uykuda bir müddet ruhun bedenden kurtulur. Azizim uyku, Tanrı velilerinin malı, mülküdür. Dünyadaki Eshabı Kehif gibi! Uyumadıkları halde rüya görürler, görünürde bir kapı yoktur, yokluğa giderler.
Ev dar. Ruhun bu daracık evde eli, ayağı, çarpılmış gibi iki büklüm. O evi, padişahların sarayları genişletmek, mamur, bir hale koymak için yıkar. Ben de ana rahminde iki büklüm oldum. Dokuz ay doldu, artık buradan göçmem gerek! Anamı doğum ağrısı tutmasa bu zindanda ateş içinde kalırım.
Bir anaya benzeyen tabiatın da kuzu koyundan doğsun diye ağrıya düşüyor, bu ağrı, doğum yolunu açıyor. Ey tabiat, rahmini aç. Kuzu büyüydü, çıksın da o yemyeşil ovada yayılsın, otlasın artık! Doğum ağrısı, gebeye bir derttir ama çocuk için zindanın yıkılması gibidir.
Gebe, ne yapayım, nereye sığınayım? Diye ağlar çocuk kurtuluş vakti geldi diye güler! Göğün altındaki analar ( Ateş, yel, su toprak) la cansız şeyler, canlı mahluklar, nebatlar. Hulasa ne varsa, hepsi, birbirlerinin derdinden gafildir. Yalnız bilen ve kemale sahip olan kişiler, bunların dertlerini bilir.
Kösenin, başkalarının evinde olanları bildiği kadar kabasakal, kendi evindekini bilemez. Amca, sen kendi halini bilmezsin. Fakat gönül sahibi yok mu, senin halini o bilir işte!
Gaflet, tenden ileri gelir. Ten ruh oldu mu artık şüphesiz bir halde bütün sırtları görür. Gök boşluğundan yeryüzü kalktı mı ne benim için gece ne gölge kalır, ne senin için. Nerede bir gölge, gece yahut gölgelik varsa yerdendir; göklerden aydan değil! Duman, kıvılcımlar saçan ateşten meydana gelmez, daima odundan meydana gelir.
Vehim, hataya düşer, yanılabilir. Fakat, akıl, mutlaka isabet eder, yanılmaz. Her ağırlık, her yorgunluk,tenin muktezasıdır. Cansa hafifliği yüzünden uçup durur. Kırmızı beniz kanın çokluğundandır, sarı yüz safranın oynamasındandır. Ak beniz, balgamın kuvvetindendir, sevdadan da beniz kararır.
Hakikatte eserleri halk eden odur. Fakat kışırda kalan, yalnız zahiri gören, ancak sebepleri görebilir! Derilerden ayrı olmayan, sebeplerden kurtulmamış olan akıl, ne illetlerden kurtulur, ne doktordan fayda görür. Ademoğlu, ikinci defa doğdu mu ayağını sebeplerin başına kor.
Artık, onun dini illet-i ula değildir. Cüz’i illet de ona bir zarar veremez. O, doğruluk geliniyle ufuklarda uçup durur; sureti de ona ancak bir duvaktır. Hatta ufuktan da dışarıdadır, göklerden de. Ruhlar ve akıllar gibi mekansız bir alemdir. Hatta akıllarımız bile gölgeler gibi onun ayağına düşer. Müctehit, nassı görür, tanırsa herhangi bir hükümde artık kıyası düşünmez ki. Fakat bir şeyde nas yoksa orada kıyasa hüküm verir.
Nassı Ruhulkudüs’ün vahyi bil, aklı cüzinin kıyası, bundan aşağıdadır. Kıl, canla idrak sahibi olmuş, canla aydınlanmıştır. Ruh, nasıl olurda aklın tasarrufuna girer? Fakat ruh, akla tesir eder de akıl, o tesir altında tedbire girişir. Ruh, Nuh’u tasdik ettiği gibi senide tasdik etti, senin emrine de tabi olduysa nerede deniz, nerede gemi, nerede Nuh tufanı?
Akıl eseri ruh sanır ama güneşin nuru güneşin cirminden büsbütün ayrıdır. O yüzden salik, ruhun nurundan aslına ulaşmak için bir lokma ekmeğe kanaat etti. Çünkü aşağılara vuran nur, gece gündüz daimi değildir ki geçer gider. Fakat nurun aslına ulaşıp orada yurt edinene kişi, daima o nura gark olmuştur. Ne bulut yolunu keser, ne nuru gurub eder. , artık ayrılıktan kurtulmuş, güzelleşmiştir. Bu makama eren kişinin aslı, ya göklerdendir. Yahut topraktır da topraklıktan tamamıyla çıkmıştır.
Çünkü bu güneşin şuası daimi olarak dursa toprağa mensup olan tahammül edemez ki. Güneşin ziyası daima toprağa vurup dursa toprağı öyle bir yakar ki yeryüzünde hiçbir verim kalmaz, hiçbir meyve bitmez. Daima suda kalmak balığın harcıdır. Yılan nereden balıkla yoldaşlık edebilecek?
Fakat dağlarda öyle düzenbaz yılanlar vardır ki bu denizde balıklık etmeye kalkışırlar. Hileleri halkın aklını başından alırsa da denizden nefretleri, nihayet kendilerini rezil eder gider. Bu denizde de öyle hünerli balıklar vardır ki yılana bile sihir yapar, balık haline koyarlar.
Ululuk denizinin dibindeki balıklara deniz, sihri helal öğretmiştir. Olmayacak şey, onların himmetiyle olur. Pis, oraya vardı mı tertemiz olur, kutlu bir hale girer. Bu sözü kıyamete kadar söylesem, bu bahsi kıyamete kadar uzatsam bitmez. Yüzlerce kıyamet kopar, geçer de yine bu bahis tamamlanmaz.
Bu sözlerim, insanlara bir tekrarlamadır, ama bence tekrarlanan tazelenip uzayan bir ömürdür. Mum, birbiri üstüne çakan kıvılcımlarla yanar., alevlenir. Toprak, birbiri üstüne vuran ziyalarla altın haline gelir, parlar. Binlerce istekli olsa da bir de usanan kişi bulunsa elçi, elçilik yapmak istemez, gönlü soğur.
Bu sır söyleyen gönül elçileri, İsrafil huylu dinleyici isterler. Padişahlar gibi azamet sahibidir bunlar. Cihan halkından kulluk isterler. Huzurlarında edebe riayet etmedikçe elçiliklerinden nasıl faydalanabilirsin? Önlerinde iki büklüm eğilmedikçe emaneti sana verirler mi hiç? Onlarca öyle her edep, her terbiye de beğenilmez.
Çünkü onlar ulu bir tapıdan gelmişlerdir. Onlar yoksul değiller ki ettiğin hizmetlere karşı teşekkür etsinler, minnet altında kalsınlar a müzevir! Fakat ey gönül, bunca rağbetsizliğe rağmen sen yine padişahın sadakasını saç, esirgeme! Ey gökyüzünün elçisi, sen usananlara bakma atını sıçrata dur, oynata dur.
Ne mutludur o Türk ki savaşa girişir, dayanır da atını ateşler dolu hendeğe bile sürer, ateşler dolu hendekten bile sıçratır. Atını öyle sürer, öyle şahlandırır ki gökyüzüne çıkmaya kalkışır. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar, her şeyden gözünü yummuştur; ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da.
Yaptığı işten bir pişmanlık duyar ve bu pişmanlık ona bir ayıp olursa o, önce pişmanlığa ateş salar, yakıp yandırır. Zaten adam, bir işte ayak diredi mi hiç yoktan pişmanlık meydana gelmez ki.
Mesnevi'den Hikayeler alıntı